Kimsenin kimseyi dinlemediği bi ortamda, fikirlerimi ve yaşadıklarımı sürekli içimde tutmak istemedim. Buraya dökmeye karar verdim. Şimdi ister dinleyin, ister dinlemeyin. Benden çıkıyor…
Tiryakilik seviyesinde bağımlılığı olan insanların hayatları 2-3-5 kat daha yavaş akıyor. İlerleyemiyorlar. Sürekli paçalarından çeken bir kakaları var çünkü. Her an aksıyor, yarım kalıyorlar. Bağımlılıklar çok çeşitlidir; sigaraya, oyuna, insana, yemeğe. 2024 şubat itibariyle net bir karar aldım: Bağımlılıkları olan biriyle yola çıkılmaz, tatile gidilmez, ortak işe girilmez. Yapmayacağım bu hataları.
Size şimdi bir uyuşturucu maddeden bahsedeceğim, bakalım hangisi olduğunu bilebilecek misiniz?
Kullanım durumuna bağlı olarak kafası 1-4 saat arası gidiyor. Bazen güldürüyor, durup durup kaka kiki gülüyorsun, bazen bir şeyleri sorgulatıyor. Bazen yaratıcılığını arttırıyor, bazen beton gibi boş bakıyorsun. Uzun süre kullanımdan sonra paranoyalar, odaklanma sorunları, dikkat eksikliği vb şeyler yapabiliyor
Eveeett, bildiniiizzzzz!
Doğru cevap:
INSTAGRAMMMM
🥳🎉
Gerçek hayatta sürekli bir yerden bir yerlere taşındığımız yetmiyormuş gibi, internette de sürekli bir yerlere taşınmaktan yorulmaya başladım. Meslek icabı, evvela Deviantart'ı takip ediyorduk, ordan Behance’te kendime takip edilecek sanatçılar bulup koleksiyonlar oluşturmuştum, sonra Facebook geldi "o adamlar bizde sayfa açtı" dedi, onu da takip ettik, fotoğraf albümleri oluşturduk. Şimdi instagram'a her gün 1000 tane sanatçı ekleniyor, hepsine yetişmeye çalışıyoruz, yine takipte bulduk 1000’leri.
Kişisel zevklerle ilgili de durum aynı. Designinspration, Pinterest, Tumblr derken neyi nerde toplayacağımızı şaşırdık. Şimdi yarın öbürgün Instagram “ben bitiyorum aga” dediğinde, o sıra kendimize çoktan yeni bi takip cihazı bulmuş olacağız. Bu sefer de tüm malı mülkü orada bulmaya, takip etmeye çalışacağız. Kimse de demicek ki "ne oldu benim bütün emeklerim, saatlerim?"
Müzikte de aynı vaziyet, ilk zamanlar Lastfm’de mis gibi like'larım vardı, sonra Groveshark’ta harika listeler yapmıştım. Lan Fizy miydi, Deezer mıydı daha iyi derken, bi baktım Spotify’da tüm müzik hayatımı sıfırdan kuruyorum. E noldu Groveshark’ta, Lastfm’de harcadığın saatler. Haydi hepsini bi daha bul.
Sizce ne kadar daha devam edecek bu durum? Ne kadar daha katlanılacak buna? Yoksa bu bir "tek eller" dünyasına giriş provası mı? Birileri yeni keşifler yaparken, birileri onu takip edip geliştirmeye çalışırken, günün birinde biri gelip tüm fikirlerin üzerine çöküp, bu konuda "tek el benim" mi diyecek? Google gibi, Apple gibi? Bi gün müzik dinlemek için tek bir kanala mı bağlı olacağız? Tasarım dünyasını tek bir yerden mi takip edeceğiz? TRT’nin tek kanal olduğu yılları aşmak için çabalamamış mıydık, şimdi geri mi dönmeye gayret ediyoruz?
Sonuçları kabul edemiyoruz. Herkes hayatta daha farklı bi yerde olması gerektiğine inanıyor. Davranışlarımız ve seçimlerimiz sonucunda olabileceğimiz tek bir konum, tek bir sonuç var, ama olamayacağımız diğer binlerce seçeneklerde aklımız.
Sınava girmek gibi. 100 sorudan 50'sini doğru yapıyoruz, diğer 50'sinin yanlış olduğu net, kesin, ama daha fazlasını hakettiğimize, 70-80-90 almamız gerektiğine inanıyoruz. Sonucu kabul etmiyoruz. İçinde bulunduğumuz hayatın bizim seçimlerimiz kararlarımız ve davranışlarımızın sonucu olduğunu, olabilecek tek hayatın bu olduğunu kabul etmiyoruz. Sürekli gözümüz dışarıda, suçlu arıyoruz, bizim yüzümüzden bu halde olamayız, eğer o şöyle yapmasaydı, eğer ülke şöyle olsaydı, eğer anne/babam zorlamasaydı... Binlerce bahanemiz var ve hepsinde de kafamıza silah dayadılar. Evet. Tabii.
Üzgünüm ama böyle değil
Araçlar gelişse de, teknoloji süperleşse de, yapay zekalar türese de, insan psikolojisi bazı noktalarda sabit kalıyor.
Eskiden popüler kültür öğrelerini kullanarak bir tasarım yaptığınızda, hemen görünür oluyor, beğeniliyor, paylaşılıyordu. Zaten Andy Warhol da bunun üzerinden bir stil yarattı.
Şimdi elimize AI geçti, ama durum aynı. Nike logolu, McDonalds temalı, Balenciaga’lı işler yaptığınızda oouuww oluyor. Özgün olmaya çalışanlar ise, kendini aradan gösterebilmek için epey mücadele verecekler. Bu mücadele bitmeyecek anlaşılan.
Evet insan değişmiyor. Teknoloji değişiyor. Bunu ayrı bir oturumda ele alacağız.
Okyanusun en derinlerinde keşfedilen tuhaf canlılar gibi, kendi ışığımı üretmeyi, kendi formumu belirlemeyi, istediğim zaman görünüp kaybolmayı çok seviyordum.
Yüzeye çekildiğimden beri çok mutsuzum. Kimse zorla çekmedi tabii, sadece ısrar edildi. 3-5-27 derken biyerden sonra hayır diyemedim.
Ama burada her yer ışık, herkes aynı, kimse kendine ait değil, herkes cesaretsiz, aynı fikirler, aynı renkler, aynı sesler.
Daha fazla numara yapamıcam. Ben dümeni yeniden aşağı kırıyorum. Kendi sürüme, kendi sürümüme doğru 👋🦑
Hayatımın ilk stadyumda maç izleme tecrübesi 2001 yılı, yaş 15. Bursaspor - Galatasaray maçı. Maç 5-0 bitti. Ben Galatasaray’lıydım. Hagi’yi görürüm diye gitmiştim ama yedeklerde bile yoktu, Serkan Aykut’u falan izlemek durumunda kaldım. Üstüne 5 yedik, benim oturduğum yer buz kesti, iyi geldi.
Sonra İstanbul’a yerleştiğimde, 2005’te Fenerbahçe - Milan maçına bedava bilet denk geldi, gittim. Fener 4-0 yenildi, hepsini Shevchenko attı. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim, sonra sevindim. Hatta bir ara keyiften dört köşe oldum, zira; Maldini, Nesta, Rui Costa, Seedorf, Kaka... 😬
Son olarak 2007 gibi Ali Sami Yen stadına, aktivite olsun diye bir maça gittim. Rakip kimdi hatırlamıyorum. Maç 0-0 bitti 😤 bok gibi de oyun. Ondan sonra “ben stada gelince olmuyor” totemiyle stadta maç izlemeyi bıraktım. Ardından komple Türk futbolunu bıraktım, bir daha hiç izlemedim. Terim, Arda marda üfff, nasıl izlenir ki :(
15 yıldır İngiltere Premier Lig’ini takip ediyorum. Çok zevk alıyorum. Hatta baya tutkuluyum. Seyircisinin kalitesini biliyorum. Bir gün stadta o atmosferi koklamayı hayal ederdim ve haftasonu soft bir başlangıç ile gerçek oldu. Fulham - Bournemouth maçı. Harika bir deneyimdi.. Bu vesileyle buradan tüm halaların anneler gününü kutlarım
Artık yeni nesile Good Vibes Only pompalanıyor. Her an her durumda, sadece iyi enerji kabul görüyor. Aksi durumda sistem dışısın. Bir derdin mi var, anlatma. Kötü duruma düştün veya kötü mü hissediyorsun, o zaman uzaklaş. Derin bir acını mı keşfettin çözdün, olsun, belki felsefe yapacak olsak da kendine sakla.
Çünkü sadece güzel anların bombalandığı ekranlarda kimsenin gerçek hisleri konuşmaya zamanı yok, iyi hayatlar hızla önümüzde akıp dururken, acı çekmenin sırası değil.
Aslında olan şey şu; Yeni nesil -geçmişteki tüm yeni nesiller gibi- kendi sikik dünya düzenini hazırlıyor. Bu kez çalışmadan aniden zengin olmanın, sadece güzelin güçlünün Musk’ın konuşulduğu bir dünya görmek istiyorlar, kendilerinden önceki nesle bakarak böyle bir karar aldılar ilerliyorlar, taa ki kendileri de aynı duvara toslayana, kendi seçimlerinin başlarına açtığı belaları görene kadar devam edecekler.
Baştan hangi tarafa göz kırpacağımı bilemedim, genç hissetmek istedim, yeni söylemlere önem verdim. Fakat şimdi midem bulanmaya başladı. Kimsenin derdinin önemsenmediği bi dünyada yaşamaktansa kendi neslimin acılarını çekerim, zira göz kırpmaya çalıştığım yeni nesil de zamanı gelince bunu yapacak. O zaman yarı yolda kalacaksam ben niye kendi zamanımı kaçırayım?
Tarih tekerrürden, devranlardan, kainat durmadan dönerek ilerleyen bir sistemden ibaretken, yeniye duyduğum heyecanı bir tık dizginlemem gerektiğini farkettim. Kimileri buna yaşlanmak diyor. Bana kalırsa hayatının kıymetini anlamak
Atalarımız, zihinler tam olarak gelişmediği dönemde aslında anda yaşıyorlardı. Yani şu an yüzyıldır aradığımız şeyi, tarih öncesinde yapıyorduk. Bugünlere aynı genlerle hatıralarla geldik. Bu yüzden hala anda olma hissini arıyoruz.
Anda olmak aslında sürekli tetikte olmaktır. Aslında gergin olmaktır. Çünkü her an bir tehlike beklersiniz. Belki sadece tehlike değil. Anlık doğru tepki vermek. Ama bu da gerginliktir.
Yani anda olmak sanıldığı gibi huzurlu olma hali olmayabilir. Aksi olabilir. Biz ileriyi ve geriyi yeni beyinlerimiz sayesinde deneyimlemeye başladık
Yemekte yine kendimi tutamadım ve etraftaki masaları dinliyordum. Halbuki can dostum karşımda, bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Arka masada küçücük bir kız, annesine “yemek yapmadan önce bana da sormalısın” dedi. “Yemek seçme hakkım var” dedi. Bence mantıklı. NE güzel dedi. Sonra diğer masaya kulağım takıldı, orada da bir anne-kız olayı vardı. Ergenliğin sonlarındaki bir kız, annesine “seni eve arabayla bırakamam valla, şuradan minibüse bin” dedi. Kadın da sessiz kaldı. O an şunu farkettim;
Bireyselleşiyoruz, bireyselleceğiz. Çocuk psikolojisi, ergen terapisi vs. Zeitgeist bu. Pompalanan bu. Tabii canım, Amerikan kültürü çocukları değil miyiz biz, sike sike bireyselleceğiz, özgürleşeceğiz. Öyle de olmalı. Ok, ama eğer çocuklar bireyselleşecekse, özgür olacaklarsa ve istediklerini yapacaklarsa, aileler de çocuk yapmadan önce 2 kez düşünecekler. Çünkü görünüşe göre çocuk, artık “işe yarayan bir şey” olmaktan çıkıyor, başka bir şeye dönüşüyor. Hmmm. Oldu mu şimdi 🤔
Şark kültüründe çocuk çok avantajlıydı, çünkü üzerinde istediğin hakimiyeti kuruyor, onu sömürüyor, güdebiliyor ve sonunda kendine baktırıyordun. Bunu tabii ki her aile ister, belki kötü niyetle veya bilinçli şekilde değil, düşünmeden içsel olarak ister, istiyordu da. O zamanlar avantajdı ama şimdi bu fikir ıskartaya çıktı. O yüzden “sonuçta bu muameleyi göreceğim, ne gerek var doğurmam, bana faydası yok” noktasına gelebilir mi. Yani ifade özgürlüğü nüfus kaybına yol açar mı?
Demek ki insanların en temel içgüdüsü üremek değilmiş. Fayda sağlayabildiği sürece üremekmiş. İfade özgürlüğünü talep eden nesil, belki de kendi neslini yok edecek olabilir mi?
Enis diye bir çocukluk arkadaşım vardı. Birlikte büyüdük. İlk müziğimizi beraber yaptık. O gitarda ustalaşırdı, ben resimde.
Ailelerimiz bize sürekli bok atardı. Olm şarkıcı mı olucan, olm bu resimler ne, neden sürekli böyle adamlar çiziyosun vs bilinçsiz, cahil aile baskısı.
Sonra yaşlar 18’e yaklaşırken konuştuk, kaçalım dedik, aileden uzakta, başka yerde bize daha uygun bi dünya vardır kesin.
Ben kaçtım. İstediğim şeyleri yapmanın peşinde koştum. Yüzde yüz olmasa da başardım, en azından kafam rahattı baskı konusunda.
O kaçmadı, evde kalmayı tercih etti. Şimdi fabrika işçisi olmuş. Tazminatını vereceklerini bilse, ayrılıp bir iş kurarmış. Bence muhtemelen oradan emekli olacak.
Velhasılı, illa baba, aile figürü vs. değil, ne konuştuğunu bilmeyen cahil bir büyüğün / otoritenin altında, yaratıcı insanların serpilmesine imkan yoktur. Öyle insanların yanında sadece ezik olursun, çünkü onların komut verebileceği eziklere ihtiyacı vardır.
Acıklı olan bu… Kim bilir kaç ruh daha doğmadan yok oldu böyle.
Şimdi gelelim bugüne. Ben kaçtığımı sandım ama anlaşılan bu yolculuk hiç bitmiyor. O figürler hiç peşini bırakmıyor. Yenileri geliyor. Şimdi döngü tekrarlanacak gibi görünüyor. Şimdi de 2. bir kaçış lazım. Enis’i tekrar edemem.
Neyse ki tecrübeliyim. Yeni bir kaçış ve yeni bir başlangıca varım. Amarıga’yı yeniden keşfetmek gibisi yok amk. En sevdiğim! Ahahshfhgaghs
Sohbetin bir anlamı olması gerekir mi? Öylesine mi yapılır? Yan yana geldik diye, mecburiyetten midir? Kendini tatmin midir? Dinlememek için midir? Zaman öldürmek midir? Kulaktan dolma bir kaç sikik bilgiyle, dünyayı kurtarmaya çalışmak mıdır? Pisliklerini dökmek, onun bunun arkasından yağdırıp rahatlamak mıdır?
Masada acilen bitmek için bekleyen bira, dolmuş taşmış küllükler, soldan dönmesi gecikince arkadaşların arasını açan cigaralı bu gıybet ortamlarında, sohbetin gerçek anlamı nedir? Ne için yapılır?
Yoruldum boş sohbetlerden. Böyle olduktan sonra olmasın daha iyi. İhtiyaç olan başka, ihtiyaç olan; aradan nefsin çıktığı ve evrenin ayan olduğu bir ortamda, sadece düşüncelerin ve ihtimallerin ağızdan çıktığı, çıkanı soldakinin alıp, evirip çevirip bir yere taşıması. Merak olmalı, soru sorulmalı, olabilir mi denmeli, olabilirini konuşmalı. Yoksa sikmişim geçmişte yapılan bir yanlışı da, erdoğanı da, içkiliydi bilmemnede ne çıktığını da.
Reklam ve görsel tasarım camiasında çalışanların birbirine tıpatıp benzedikleri, hepsinin 200 metreden “Tasarımcıyım!” diye bağırdığı geyikleri yeterince anlatıldı. Yine de camiadakiler bundan vazgeçemiyor, alttan gelen yeniler de gelenekleri aynen sürdürüyor. Sanki askere gidenlere verilen kit gibi, tasarımcı kitleri var.
Fakat bundan daha acıklı bir durum var. O çok özendikleri hayatlara girdiklerinde, tasarımcının asıl görevini bilmeden, anlamadan işe başlıyorlar. Hadi onlar öğrenecek, ya koca koca deneyimli reklamcılar?
Yıllarca camianın hem işveren, hem işçi, hem de sanatçı tarafında olan birisi olarak fikirlerimi anlatayım;
Tasarımcılık, hizmet sektöründe olmak demektir. Sanatçıları bir sektöre sokmak gerekirse, olsa olsa perakende sektöründe olmak demektir.
Hizmet sektöründe müşterinin taleplerine kulak vermek zorundasın. Çünkü onun beklediği bir hizmet var. Sen vermezsen, verenini bulur. Kafasına göre saç kesen berbere 2. kez kimse gitmez. Beyaz bir gardırop yaptırmaya gittiğin marangoz, “abla senin odaya siyah yakışır” diye siyah ve farklı ölçüde bir gardırop verirse, o marangoz senden bir daha iş alamaz.
Perakende sektöründe ise ne istersen üretirsin, isteyen alır, istemeyen almaz. Neyi satıp satmayacağın tamamen senin keyfine kalır. Canın çok para kazanmak isterse müşteri taleplerine doğru eğilirsin, gözün toksa kendi bildiğin şekilde ürününü yaparsın, seveni gelir alır.
Tasarımcıysanız, sanatçı gibi davranmaya çalışmayın. Çünkü siz hizmet sektöründesiniz. Aksi yönde davranınca kendinizi de, size ücret ödeyen müşterilerinizi de yorarsınız. Eğer hizmet sektöründe olmak gururunuza dokunuyorsa, o zaman evinizde sanat yapın, sanatçı olun, galerilerde işlerinizi sergileyin, beğenen gelip alsın. Böylece yıllarca bekledikten sonra kim olduğunuzu, ne kadar olduğunuzu da öğrenmiş olursunuz.
Fakat işler yolunda gitmeyip, sanatçı olacak kabiliyetiniz olmadığını anlayıp ajanslara geri dönerseniz, sizden insanca taleplerde bulunan, size ödemenizi tıkır tıkır yapan müşterilerinize ukalalık etmeyin, ihtiyaçlarına göre çözümler bulun, çünkü tasarımcı çözüm bulan kişidir. Bilginizi tecrübenizi işinize katın, ama kendi zevklerinizi karıştırmayın.
Çünkü sizin tamamen kendi dünyanıza ait olan o zevkleriniz, ne müşterilerinizin, ne de bir başkasının umrunda değil. Da Vinci’nin bile ısmarlama çalışmalar yaptığı dünyada, sizin ancak kaprisli bir ergen gibi görüneceğinizi aklınızdan çıkartmayın. Tekrar etmek gerekirse; Da Vinci.
Uykuda başıma ne geliyosa artık; sabah kalktığımda şarkılarla, danslarla, çıldırarak başladığım günün sonunda, umutsuz, boşvermiş halde tekrar uykuya dalıyorum. Sonra tekrar kalk, hoop; aynı! Döngüye bak arkadaş...
Sonra farkettim ki mezarlıkta dans eden bi deliymişim. Kalkmış ölüleri eğlendirmeye, mutlu etmeye çalışıyorum. Ölüleri diriltemezsin ki, onlar öyle mutlu, onlar güzel, onlar mis.
Son bi su dökeyimde çıkayım artık...
Her ne kadar 20’li yaşlardakiler sakin yaşamak isteyen olgunlarla dalga geçse de,
Metropol denilen sistemler / şehirler, insan doğasına uygun değil. Oralarda yaşayanlar henüz farkındalığını kazanma fırsatı bulamamış gençler ve onların yaşlılıkları. Metropoller, sahip olmak, statü, para, eğlence, teknoloji vb. kurgularla kendi içinde bir fırtına yaratır ve bu gibi konular doğal olarak genç zihinlere ilgi çekici gelir. Kimisi bunun içinde doğar, kimisi bir kaç kilometre yol aşar, kimisi binlerce kilometre öteden kendini bu girdaba sürüklemeye gelir. Hepsi de bir boşluğu doldurma amacıyla; daha çok sahip olmak, daha çok önemsenmek.
Bu fikirleri zihninden atabilenler, çok daha mantıklı bir doğada, çok daha insancıl bir şekilde yaşayıp, yolun sonuna geldiklerinde, çok daha mutlu şekilde ölürler.
Geçen Harari’nin şöyle bir TED konuşmasını izledim. İnsanlara bir çağrısı var. Gelgelelim, bu çağrıya kulak asmalarından çok, tam tersini yapacaklarına inancım çok daha fazla. İsterseniz bir ara bakın;
Ergenlik bitip, kendimi yaratma dönemi geldiğinde özgürlüğün geleceğine inanıp ona göre kendimi programladım. Ne efendi, ne köle olmayacağıma dair kendime söz verdim. Ona göre hayal kurdum, ona göre insan oldum, ona gör iş kurdum, ona göre yaşadım. Bundan da hiç pişman olmadım. Aradan 10 yıl geçti. Artık tahminimin patladığını net olarak anladım. Özgürlük olmayacak. Eşitlik de olmayacak, ki bu ikisinin bir arada olması zaten mantık olarak mümkün değil. Demokrasi dünyayı ele geçirmeyecek. Demokrasi bitiyor. Yerini faşizm alırken, toplum bunu severek, isteyerek, benimseyerek getiriyor. Artık devir saçmalık devri, ciddiyetsizlik devri, anlamsızlık devri, bencillik devri. İnsanlara bir şey katmaya çalışanların değil, herkesle dalga geçenlerin devri. “En çok benim” diyenlerin devri. Her devrin, her dönemin bencillerinden bahsetmiyorum, artık gerçek kötülüğün devri.
İçtiğimdeki halimi beyin / patron, normal halimi işçi gibi hissediyorum. Şu anlama geliyor; iyi fikirleri, yaratıcı fikirleri içtiğim zaman üretebiliyorum. İçtiğimde çok daha cesaretli kararlar alıp, cesaretli fikirler üretebiliyorum. Bugüne kadar öyle anlarda çıkan fikirlerin hepsi beni iyiye götürdü.
Normal zamanlarsa, içtiğimde aldığım kararları ayık kafayla uygulama zamanları. Ayıkken sadece planlama programlama yapmak, rutinleri temizlemek, operasyonel işlere bakmak gibi şeyler yapıyorum. Bu yüzden de normal halim bir işçi gibi, akşamdan verilen görevleri yerine getiriyor.
Açıkçası normal halimi artık gerçek benliğim gibi hissedemiyorum. Keyif aldığım kişiliğim içkili halim. Alkolik mi oldum, ne yaptım? Ama öyle olsam sürekli isterim. 3 hafta içmesem gıkım çıkmıyor. Demek ki ney? İşkolik mi oldum, ne yaptım? Ama öyle olsam haftada 2 gün tatil yapıyorum? Dingoz mu oldum ben? Ne oldum dememeliyim. Ne biçim oldum diyebilmeliyim.
Artık renklerin daha da canlanmasının sebebi, yeni markaların daha çok dijital markalar olması. Dijital markalar dijital mecralarda renk paleti açısından daha sınırsız ve cesur olabiliyorlar. Çünkü kendilerini ağırlıkla ekranda görüyoruz ve ekranlarımız pırıl pırıl, cam gibi renklerden oluşuyor
Eski nesil markalar kendilerini sokaklarda gösterebiliyordu. Güneşten solabilen bilboardlarda, bir yolculuk sonunda çamur içinde kalan tır brandalarında, yırtık afişlerde. Günlük hayatta bir gün solgun, bir gün canlı, sürekli değişen ışık, markaları canlı renkler kullanmaktan alıkoydu. Yasak değildi ama en canlı rengi bile ekrandaki gibi göremedi reklamcılığı başlatan o koca nesil.
Artık tamamen neonlardan oluşan web sitelerimiz, sürekli hareket edip değişebilen capcanlı logolarımız var. Artık ekrandayız ve bu fark, bu farkındalık, bu yeni renk paleti imkanı henüz yeni yeni farkediliyor, bu yüzden de yeniliğin heyecanıyla yoğun şekilde kullanılıyor.
Şu an bir heves dönemi. Uzun da sürecek. Belki yepyeni kapılar açacak, fakat yine de bunun bir tercih konusu olduğunu unutmayalım. Hala duygularını soluk, pastel, sepia tonlarda anlatmak isteyenler olacak ve belki de o projenin gerektirdiği de o olacak. Bu yüzden, bu yeni canlı tonlar her ne kadar genel trendi etkilese de, kullanılmadığında bunun adı eski kafalılık değil, tercih olacak
Çocukken insanların gözleri pırıl pırıl gelirdi bana. Akranlarımınki mi öyle gelirdi, yoksa büyük küçük herkesin gözlerinde iyilik mi görürdüm tam hatırlayamıyorum. Hatırlasaydım daha tutarlı bir yazar olabilirdim belki ama kısmet işte.
Şimdiyse memleketin insanlarında bir tuhaflık görüyorum. En çok da gözlerinde. Daha çok erkekleri gözledim, onlardan bahsedicem; Etraf böyle kirli sakallı, belli ki iyi beslenmiş olduğundan hafif tombulcana, kalın enseli erkeklerle doldu. Bu özelliklerde bir sorun yok. Ama bu adamlarda çok pis bir bakış var. Kaşlar ya "sen ve dünya sikimde değil" umursamazlığında yukarı kalkık, ya da "ufacık bir meseleyi, seni öldürmeye vardıracak kadar büyütebilirim" dercesine çatık şekilde.
Bu adamların asıl mekanı kahve köşeleri, varoş işlerin varoş kolları sanabilirsin ama öyle değil. Bu adamlar artık sayıca çok fazla ve her yerdeler. Her yerde! Etraflarına pis pis, baygın baygın bakıyorlar
Kainatın yaşına göre 1 saniye bile sayılmayacak şu 60 yıllık hayatlarımıza ne büyük anlamlar yüklüyoruz. Herkes sanki 20.000 yıl sonra hala hatırlanacakmış beklentisinde.
Kurtaramıyoruz hafız kodum dünyasını. Yaptığımız hiç bi hareket kelebek etkisi yaratmayacak, yaratsa bile 50.000 yıl sürmez, hadi sürdü amk, 250.000 yıl sürmez. Sonu var mı? Nasıl farkında değiliz bunun? Devranın sikinde değiliz, ama hepimiz kahramanız.
Arkadaş lüksü de seviyorum, fakirliği de. Hayvanı da seviyorum, onu yemeyi de. Sporu da seviyorum, birayı da. Aşkı da seviyorum, özgürlüğü de. Doğayı da seviyorum, dermanım yoksa çöpü yere atmayı da. Mükemmeli de seviyorum, niye sevmeyim, niye aramayım ki onu? Her şeyin boktanına kanaat getirip mi gideyim? Ne sikim anladık o hayattan? En lezzetli meyveyi yemeyim mi, olabilecek en kaliteli şarabı tatmayım mı? Senin Fizan'a gidecek götün yok diye, ben gidip bulmayım mı onu?
Kainatın hacmine baksan, bir hücre kadar etmeyecek kadar alanda yaktık bütün hayatlarımızı. Ne kavramlar, ne ünvanlar, ne hayatlar, he aslanım be. Üstüne bide "siktiret abi, eğlen coş" diyene de "deli" dedik ya. Var mı bizden daha aslan parçası?
Yaşa lan, yaşa. Yaşa sadece. Nefesini al-ver, gül, enerji saç ve siktir git, daha fazlasını yapabileceğini düşünüyosan ölmeyi bekleme, hemen siktir git bence. Kendini de, bizi de yorma. Ne tüm insanlığın aklını başına getirebilirsin, ne kesimhanedeki koyunu kurtarabilirsin, ne yan komşunu, ne de dünyayı. Ya hepsi bi kenara, yaşadığın süre boyunca kendini bile kurtarabiliyo musun be koduğum, bi bak bakalım. Hayatının kaçta kaçını mutlu geçirdin? Hesaplasan aklını kaçırırsın!
Şevki Orhan, 1966